top of page

Değişimin motoru: Arzular

Yazarın fotoğrafı: Murat GençoğullarıMurat Gençoğulları

Güncelleme tarihi: 30 Mar 2020


Arzular, birdenbire ortaya çıkmazlar. Bilinçaltımızda oluşurlar ve yalnızca tanımlanabilir hale geldiklerinde yüzeye çıkarlar. Ondan önce, ya hiç hissedilmezler ya da genel bir huzursuzluk şeklinde hissedilirler. Hepimizin, bir şeyler istediği, fakat ne olduğunu bilmediği zamanlar olmuştur. Böyle zamanlarda, henüz olgunlaşmamış ve tanımlanamamış bir arzu söz konusudur. Plato’nun bir sözü şöyle diyor: ‘‘İcatlar, ihtiyaçlardan doğar.’’


Benzer şekilde, bir şeyi öğrenmenin yolunun, öncelikle öğrenmeyi istemekten geçtiğini söylüyor. Formül çok basit: bir şeyi istediğimizde, elde etmek için ne gerekiyorsa yaparız. Zaman ayırır, emek verir, gerekli becerileri geliştiririz. Demek ki, değişimin motoru, arzularımız… İnsanlık tarihinin, hem tanımlanması hem de şekillenmesi, arzularımızın evrimi doğrultusunda olmuştur. İnsanoğlu, arzularının geliştiği ölçüde, çevrelerini araştırmak suretiyle istediklerini elde etmeye çalışmıştır. Mineral, bitki ve hayvanlardan farklı olarak, insanlar, sürekli gelişmekte ve değişmektedir. Her yeni nesilde ve her insan için, arzular giderek büyüyüp güçlenmekte ve farklı boyutlar kazanmaktadır. Değişimin motoru olan arzu, zaman içerisinde şiddetini arttırmıştır. Bunun en temel tanımı olan, ‘‘haz alma isteği’’ ya da kısaca ‘‘alma isteği’’ olarak tanımlanabilir. 5000 yıl önce ki dünya düzeninin koşullarına bağlı olarak, alma isteği ile günümüz dünyasının şartlarında oluşan istek ve arzular tahmin edilemeyecek kadar, bir farklılık gösterir. Şu an, haz alma isteğinin madde ile giderilmeye çalışıldığı, bir tüketim pazarında, en yüksek dürtülerin olduğu bir zamanı yaşamaktayız.

Alma isteğinin sıfır seviyesinde olduğu günlerde, arzular, bizi doğadan ve birbirimizden uzaklaştıracak kadar güçlü değildi. Bugün birçoğumuzun, bir sürü para dökerek yeni arayışlara girmesi, meditasyon dersleriyle yeniden kazanmaya çalıştığı, doğayla bütünlük duygusu, o zamanların normal yaşam şekliydi. İnsanlar, yaşamanın başka bir yolunu bilmiyordu. Doğadan ayrı bir yaşamı, istemeyi bırakın, hayal bile edemezlerdi. Hatta o zamanlar, insanlığın, birbirleriyle ve doğayla öyle akıcı bir iletişimi vardı ki, insanlar anlaşmak için kelimelere bile ihtiyaç duymuyorlardı Sonra değişim başladı. Arzularının büyümeye başlamasıyla, insanlar, giderek bencilleştiler. Doğayı değiştirip, kendi çıkarları için kullanmak istemeye başladılar. Doğayla uyum içinde olmayı istemek yerine, onu, kendi ihtiyaçları doğrultusunda değiştirmeye yeltendiler. Doğadan ayrılıp, uzaklaşmaya; ona ve birbirlerine yabancılaşmaya başladılar. Asırlar sonra, bugün, bunun hiç de iyi bir fikir olmadığının farkına varıyoruz. Bu ayrılık başladığından beri, doğayla karşı karşıya geliyoruz. Durmadan büyüyen egoizmi ıslah edip doğayla bütünlüğü korumak yerine; kendimizi ondan koruyacak, mekanik ve teknolojik bir kalkan inşa ediyoruz. Bilim ve teknolojiyi geliştirmemizin birinci nedeni, varlığımızı, doğal unsurlardan korumak olmuştur. Ancak, öyle görünüyor ki; farkında olarak ya da olmayarak, asıl yapmaya çalıştığımız, yönetmek,  ele geçirmek ve doğayı kontrolümüz altına almak. Bugün, birçok kişi, teknolojinin asılsız vaatlerinden (zenginlik, sağlık ve en önemlisi, güvenli yarınlar) bıkmış durumda. Bu vaat edilenlere sahip olan çok az sayıda insan ise, yarın bunları kaybetmeyecekleri güvencesine sahip değiller.

Bu durumun bir yararı, bizi gidişatımızı yeniden gözden geçirmeye zorlaması ve yanlış yolda ilerlediğimiz şüphesini uyandırmasıdır. Özellikle, içinde bulunduğumuz kriz ve çıkmazı fark ettiğimiz şu günlerde, seçmiş olduğumuz yolun sonu olmadığını açıkça itiraf edebilecek hale geldik. Doğayla zıt, ben-merkezli tavrımızı teknolojiyle telafi etmeyi seçmek yerine, egoizmimizi özveriye dönüştürüp doğayla bir olma yoluna gitmeliydik.

 
 
 

Comments


bottom of page